Perşembe, Mart 20, 2008
Perşembe, Ocak 11, 2007
Salı, Kasım 29, 2005
Burma
Başkenti : Rangoon (Yangoon)
Nufusu : 49.000.000
Yüzölçümü : 671.000 km2
Yönetim : 1962'den itibaren Askeri diktatörlük
Vize : Dış temsilciliklerden 15 günlük (Türkiye de temsilcilik yok)
İklim / Ne zaman gitmeli : Güneydoğu Asya ülkelerinde, Türkiyedeki gibi dört mevsim yok. Myanmar da iki mevsim var “sıcak mevsim” ve “çok sıcak mevsim”. Yolculuk için en ideali, Kasım ve Mart ayları içerisinde kalan period. Hava sıcaklığı Nisan ve Ekim aylarında en yüksek seviyededir. Mayıs’tan Eylül’e kadar olan period en çok yağış alan “ıslak sezon”dur. Elbette hava sıcaklığı ve yağış kuzey ve güney bölgelerine göre değişiklik göstermektedir.
Salı, Ekim 18, 2005
Cambodia
Başkenti : Phnom Penh
Nüfusu : 11.500.000
Yüzölçümü : 181.035 km2
Yönetim : Kamboçya Krallığı
Vize : Ülkeye girişte bir aylık
İklim/Ne zaman gitmeli : Güneydoğu Asya ülkelerinde, Türkiyedeki gibi dört mevsim yok. Kamboçyada da iki mevsim var “sıcak mevsim” ve “çok sıcak mevsim”. Yolculuk için en ideali, Kasım ve Mart ayları içerisinde kalan period. Hava sıcaklığı Nisan ve Ekim aylarında en yüksek seviyededir. Mayıs’tan Eylül’e kadar olan period en çok yağış alan “ıslak sezon”dur.
KISA TARİHİ
1960’lı yıllarda ülkesini, Çinhindindeki savaşlardan uzak tutmaya çalışan Prens Norodom Sihanuk’un 1970 de ABD tertipli bir darbe ile tahtan indirilip yerine general Lon Nol’un getirilmesiyle Kamboçya tarihinin karanlık çağları da başlamış oldu. Vietnam svaşı sırasında kuzey Vietnam gerillalarına sınırlarını açan Kamboçyaya ABD’li pilotlar, beş yıl içerisinde ikinci dünya savaşında Japonya’ya atılan bombaların üç katından fazlasını attılar. Bunun sonucunda, Pol Pot liderliğindeki Kızıl Khmerler (Khmer Rouge) güçlenerek büyük bir askeri güce eriştiler. Sonunda 17 Nisan 1975 gecesi Pol Pot yetmiş bin kişilik ordusuyla başkent PP’i ele geçirir.İktidara gelen Pol Pot’un belli bir ideolojisi olmadığı için fakir Kamboç halkı üzerinde beyin yıkama faaliyeti başlar.
Kraliyetin sağladığı bursla Fransada eğitim gören Pol Pot, bir kaç arkadaşı dışındaki herkesi, komplocu ajan, ve hain olarak niteler. Devletin tüm kurumlarında çalışan asker, bürokrat, diplomat, doktor, mühendis, profesör, bilim adamı, akademisyen, din adamı, gazeteci, yazar, kısacası düşünüp tartışabilecek, eli kalem tutan, okuma yazması olan, yabancı dil bilen ve hatta gözlük takan herkes önce ağır işkencelerden geçirilip ardından da aile fertleriyle birlikte zalimce katledildiler. Öküz arabaları hariç, her türlü motorlu araç, traktör tahrip edildi. Fabrika, okul, üniversite, postane, hastane, müze, basın kuruluşları, kısaca bir toplumu ayakta tutabilecek bütün kurumlar kapatıldı. Yaratılan bu ilkellikte paraya da ihtiyaç yoktu; başta merkez bankası olmak üzere, bankalar dinamitlenerek paraya dayalı ekonomi de ortadan kaldırıldı. Kitaplar yakıldı, müzik yasaklandı, kütüphaneler ateşe verildi. Kampuç toplumunun önemli geleneksel ve kültürel değerleri olan aile, ortak yaşam ve Budist inançları ortadan kaldırıldı. Aile fertleri birbirinden ayrılarak, herkes pirinç tarlalarında çalışmaya zorlandı. Çocuklar gözaltı kamplarına gönderildi. Yaratılan eğitimsiz ve cahil topluma “Anka’ya inanın, Anka size bakacak” söylevini çekiyorlardı. Oysa Anka, cani Pol Pot’un ta kendisiydi.
Vietnam kuvvetleri 7 Ocak 1979'da başkent PP’e girmesiyle, Kızıl Khmerler, ABD'nin kontrolündeki Tayland sınırında konuşlandılar. Ülkeye 100 bin asker, danışman ve teknik elemanlarla giren Vietnamlılar, kendi denetimlerinde yeni bir hükümet kurdular. Halk yeniden şehirlere dönerek 'normal' bir yaşama alışmaya çalıştı. Ancak ortada toplumsal alt yapı diye bir şey kalmamıştı.
Dört yıldan fazla süren iktidarları sırasında 2 milyona yakın insanı katleden Kzıl Khmerler savaş suçu mahkemelerinde hesap vereceklerine, kaçtıkları Tayland sınırında, ABD ve Batılı rejimlerin desteğiyle yeniden toparlandılar. Bu da yetmezmiş gibi Birleşmiş Milletler (BM) Pol Pot ve Kızıl Kmerlere 'Kampuç halkının tek temsilcisi' olarak sandalye verdi. Demir Lady Margereth Thatcher ise 1983'te meşhur SAS komandolarını Tayland-Kamboçya sınırına göndererek, Pol Pot çetesini modern savaş teknolojisi ve mayınlar konusunda eğitiyordu. Kampuç halkı bugün bile hala dünyanın mayınlarla döşenmiş en riskli ülkelerinden biridir.
Soğuk savaş yıllarında süper güçlerin çıkarlarına kurban edilmiş bu fakir halk, yeniden barıştırılmalıydı, 1993'te yapılan seçimlerde kralı destekleyen Kızıl Kmerler resmen katılmazken, Monarşist ve kral ailesinin güdümündeki FUNCINPEC ile Hun Sen liderliğindeki Vietnam yanlısı eski komünist parti, Kampuçya Halk Partisi (CPP)’nin kurdukları koalisyon hükümeti 'çifte başbakanlık' sisteminde başarılı olamayınca kral Norodom Sihanouk yeniden devlet başkanı olarak krallık sarayına oturtuldu. Ama Pol Potçuları koruyan kral ailesinin siyasi yaşamda etkin yer alması da sorunları çözmedi.
Bir tarafta Hun Sen yanlılarının içine sızan, diğer taraftan da seçim gibi önemli toplumsal etkinliklerde kralı açıkça destekleyen Kızıl Kmerler, toplumda barış ve huzurun oluşması önünde hala büyük bir engeldi. Hasta ve yaşlı Kral Sihanouk ise ülkenin batısındaki Tayland sınırında konuşlanan ve topluma sızmış Pol Potçuların yargı önüne çıkarılıp hesap vermesini engellemeye devam ediyordu.
Dört yıllık iktidarı süresince halkına acıdan başka bir şey vermeyen ve ülke nüfusunun yarıya yakınını soykırımla katleden Pol Pot, yoldaşlarınca düzenlenen sözde bir 'Halk Mahkemesinde' yargılanarak Tayland sınırındaki bir mağaraya “yaşam boyu” kapatıldı.
Yaşlı Pol Pot, 1988’de bir kaç yoldaşı ve Taylandlı subayların hazır bulunduğu törende, araba lastiklerinin üzerinde ateşe verildiği rivayet edilse de ölüm şekli bir mit olarak kaldı. Böylece, başta BM, ABD, Çin ve Tayland olmak üzere onu destekleyen ülkelerin ve Kamboçya jenosidinde parmağı olan suçlularla ilgili kanıtlar da duman oldu. Soykırımda parmağı olan generalleri ise hükümetle anlaşarak “normal” yaşamlarına döndü. (Bir kaç yıl önce izlediğim belgeseldeki bir görgü tanığının, Pol Pot’u ormanın içinde bir filin üzerinde gördüğünü söylemesi ise hala belleğimde).
YOL NOTLARI
Thailand, Laos ve Vietnam’ın egzotik coğrafyalarında motosikletle gerçekleştirdiğim gezilerden sonra Çinhindi’ndeki motosikletli seyahatlerimin son durağı Kamboçya.
Bangkok’dan kırkbeş dakikalık yolculuktan sonra, Başkent Phnom Penh’in (PP), Pochentong havaalanına 18.15’de indim. Pasaportum onüç kişilik bir memur ordusunun ellerinde dolaşarak yedi dakika sonra bir aylık vize ile yeniden bana döndü. Vakit kaybetmeden bir taksiye atlayıp, Psar O Russei market yakınlarında rastgele seçtiğim bir pansiyona çantamı fırlatıp kendimi sokağa attım.
Aslında bu tatile Myanmar’a (Burma) gitmek üzere çıkmıştım ancak Türkiye’de Myanmar temsilciliği olmadığı için vize alamamış, defalarca geldiğim Bangkok’da da vize için bir-kaç günümü harcamaktansa, PP’de Myanmar vizesi alırken Gübeydoğu Asya’nın bu küçük ülkesini de gezme fırsatını yaratmış olacaktım.
Elimdeki rehber kitapda, “Gece sokakta yalnız dolaşmayın, silahlı bir soyguncuyla karşı karşıya gelirseniz, direnmeden nazikçe zulaya ayırdığınız 10-20 doları verin v.s” gibi uyarılar olsa da, geçmişi; toplu katliam, açlık, işkence ve kanla yazılı bu küçük ülkenin her zaman güleryüzlü ürkek insanlarından bir zarar gelmesi için gerçekten çok talihsiz bir yazgınızın olması gerektiğine inanıyorum. (Elimdeki rehber kitabın İngiliz yazarı olasılıkla ya geceleyin hiç Londra metrosuna binmemiş ya da bir Cumartesi akşamı Manchester’de hiç sokağa çıkmamış olmalı.)
Sabah erkenden yola çıkacağım için zamanı yitirmemek için geceleyin üç saat boyunca caddeleri arşınlayıp, Myanmar konsolosluğunu ve motosiklet kiralayacağım “Lucky Lucky” şirketini harita üzerinde işaretledim. Gece yarısı pansiyona dönüp Kamboçya için gerekli şeyleri ayrı küçük bir çantada yanıma alıp, fazlalıkları PP’de bırakacağım.
Saat farkı ve uçuş yorgunluğu nedeniyle dört saatlik bir uyku ile sabah beşte uyanıp motosiklet kiralayacağım dükkanın yolunu tuttum. Ortalık henüz aydınlanmadan dükkanın kapısını yumruklamaya başladım. On beş dakika sonra dükkan sahibi uykulu ve ürkek bakışlarıyla kapıyı aralayınca içeriye daldım. Gözüme kestirdiğim 250 cc’lik Honda’nın kiralama işlemlerini yaparken, küçük bir ücret karşılığı Myanmar vizemi de alabileceklerini söylediler. Pasaportumun fotokopisini alıp, aslını onlara bırakıp saat sekizde Angkor’a gitmek üzere PP’den ayrıldım.
Tonle Sap nehri üzerindeki köprüyü geçerek PP’in trafik kaosundan kurtulmuş oldum. Buradan Siam Riep’e 317 km’lik yolum var. Yine de yakın zamanda asfaltlandığı belli bu güzel yoldan Siam Riep’e gidişim altı saat sürdü. 85.000 nüfuslu bu kent Kamboçyanın kültürel başkenti. Kamboçyaya gelen tüm turistlerin ilk uğrak noktası meşhur Angkor tapınakları sayesinde şehir hızla gelişmekte.
Angkor tapınak bölgesine sadece izinli araçlar girebildiği için oteldede çalışan Tang’ın motosikletine atlayıp onun rehberliğinde sabah yedi de otelden ayrıldım. Khmer uygarlığının en önemli şehri Angkor, 8 yy’da şehrin ilk kralı Jayavarma tarafından 230 km2’lik alan üzerine kurulmuş. Sonradan gelen her kral kendi adına başka görkemli tapınaklar yaptırmış. Tapınak duvarlarındaki taşlar adeta dantel gibi işlenmiş ince ve muazzam bir işçiliğe sahip. Zamanla savaşlar ve afetler nedeniyle evler yok olmuş ama tapınaklar günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış.
Angkor, 14 yy’da Siam isitilası sonucu zaman içinde ormanın derinliklerinde unutulmuş. 1858 yılında Fransız gezgin Henry Mouhot, 400 yıllık yalnızlığından sonra tapınakları gün yüzüne çıkarmış. Angkor’un 400 yıllık yalnızlığı sırasında tapınaklar, duvarlar üzerinde büyüyen yabani incir ağaçları ve banyan ağaçlarının kökleri tarafından adeta sarmalanmış. 1908’li yılların başından itibaren Angkor keşfedilmeye çalışılmış, daha doğrusu yağmalanıp eserler Avrupaya taşınmış. Pol Pot’un kanlı iktidarı döneminde tüm çevre mayınlanmış. Şimdilerde BM ve UNESCO desteğiyle bölgenin mayınlardan temizlenme çalışmaları başlamış.
ABD, Çin, İngiliz, Sovyet, Vietnam ve Tayland finanslı mayınlar Kamboçya’da yaşamı felç ediyor. Ülkenin sınır bölgelerinde temizlenmeyi bekleyen milyonlarca mayın var. Mayın haritaları olmadığından, tam temizlik için nereden başlanacağı belirsiz. Muson yağmurlarının etkisiyle yer değiştiren mayınlar pirinç tarlaları içerisinde her yıl 400’den fazla Kamboçyalının hayatını ve organlarını alıyor. O yüzden kırsal kesimde yoldan veya patikadan uzaklaşılmaması tavsiye ediliyor. Mayınlar, kamboçyanın hiç bir zaman bitmeyecek en büyük sorunu.
Angkor’a giriş ücreti yirmi dolar ve maalesef bu para bölgenin işletmesini üstlenmiş Sokimex petrol şirketinin cebine gidiyor ve elbette ortakları arasında kraliyet üyeleri ve başbakan Hun Sen’in oğlu da var. Kamboçyanın kültürel mirasının Kamboçyaya ve Kamboçyalıya maalesef faydası yok.
Angkor dönüşü nefis Kamboç yemeği “Amok” ile ziyafet çekerken garson Türk olduğumu öğrenince “Akan Sukur”, “Asan Sas” demesiyle irkildim. Yuh artık kendi Kral ve başbakanlarının dahi isimlerini bilmezken bilmem kaç bin kilometre uzaklıktaki ve haritadaki yerini dahi bilmedikleri ülkenin yerel takımının ilk onbiri’ini sayınca dumur oldum. Daha önce Thailand, Laos ve Vietnam’da da benzer durumları yaşadığım için benim dahi bilemediğim şeyi nasıl bilir diye meraklandım. Sonunda mesele anlaşıldı. “Bahis” ve güneydoğu asyada her köşede bahis salonları uydudan Avrupa lig maçlarını naklen veriyor.
Sabah uyanır uyanmaz Myanmar vizemin akibetini sormak üzere acentayı aradım. Henüz alamadık, sorun oldu gibi birşey gevelemeleri üzerine üç gün sonra dönmeyi planladığım başkente doğru onbir de yola koyuldum. Bu tatili Myanmar üzerine planlamış ama vize alamama ihtimalini hiç düşünmemiştim.
Akşam üzeri PP’in kalabalık Monivog bulvarına girdiğim anda bir polis beni durdurup, hava karmadan farlarımı yaktığım için ceza yazacağını söyledi. Üstelik buradaki çoğu motosikletin gece bile yakacak farları yokken. Aslında bu kuralı biliyordum ama ülkemdeki alışkanlıkla yakmışım işte. Küçük cezamı ödedim ama iş makbuz istemeye gelince polis bildiği çat-pat İngilizceyi birden unutuverdi. Yıllar once benim İspanyol polisine yaptığımı hatırlayıp gülerek ayrıldım.
Nehir kenarında küçük bir pansiyona yerleştim, yemekten sonra yaptırdığım masajla günün yorgunluğunu atıp pansiyona döndüm. Sabahleyin motosikleti teslim ederken Myanmar vizemin alındığını ve pasaportumun akşam geleceğini öğrenince rahatladım. Öğleden sonra Silver Pagoda ve Kraliyet sarayını gezdim. Eski Kral Norodom Sihanuk tahtı geçen yıl oğlu Norodom Sihamouni’ye bırakmış. Eski Kral Sihanouk sağlık nedenlerinden dolayı zamanının çoğunu Çin’de tedavide geçiriyormuş.
Akşam üzeri, Pol Pot’un kanlı iktidarı döneminde yirmi bin’e yakın aydının işkence ile katledildiği S-21 Tuol Sleng hapishanesine gittim. Önceleri şehrin en iyi yatılı okullarından biriyken, Kızıl Khmerler okulu kapatıp sınıfları ve yatakhaneleri işkence yapılan hücrelere dönüştürmüşler. Şimdilerde soykırım müzesi olan okulun duvarlarında, işkenceye uğrayanların o dönemde çekilen resimleri sergileniyor. Ümitsizlik içindeki insanların gözlerindeki korkuyu görüp o andaymışsınız gibi ürperiyorsunuz. Kan, gözyaşı ve acı dolu bu binadan kapanış saatine kadar ayrılamadım.
Ertesi sabah S-21’de öldürülenlerin gömüldüğü Choeung Ek, Ölüm Tarlalarına gittim. Buradaki 129 toplu mezarın 80’i açılmış. Genç, yaşlı, kadın ve çocuklara ait 9000 bin kafatası mezarların ortasına dikilen bir anıtta bir daha tekrarlanmaması için ibretle istiflenmiş.
S-21 ve Ölüm Tarlalarındaki hüzünlü havayı üzerimden atmak kolay olmayacak. Tüm öğleden sonrasını nehrin kıyısında oturarak geçirdim. Onca acıya rağmen Kamboç halkı olanları unutmuş gibi. Geleceğe umutla bakmak istiyor. Geçmişi hatırlamak istemezcesine herkes nehir kenarında toplanmış üç gün sonra yapılacak yarışların heyecanına kaptırmış kendini. 25-30 metre uzunluğundaki tekneklerde öğle sıcağı altında tempoyla küreklere asılan 65-70 kişilik takımlarına çılgınca tezahüratta bulunuyor, kimileri susayan kürekçilere pet şişelerde su fırlatıyor, mayın kurbanı dilenci tek ayağı üzerinde elini bana uzatırken gözü teknelere dalıyor. Benden para istemeyi unutuyor. Belki şu an yeniden el ve ayaklarına kavuşup o teknede küreklere asılmayı hayal ediyor.
Perşembe, Kasım 25, 2004
North Viet Nam
Nufusu : 78.000.000
Yüzölçümü : 329.566 km2
Yönetim : Viet Nam Sosyalist Cumhuriyeti
Vize : Dış temsilciliklerden 15 günlük
İklim / Ne zaman gitmeli : Güneydoğu Asya ülkelerinde, Türkiyedeki gibi dört mevsim yok. Viet Nam da iki mevsim var “sıcak mevsim” ve “çok sıcak mevsim”. Yolculuk için en ideali, Kasım ve Mart ayları içerisinde kalan period. Hava sıcaklığı Nisan ve Ekim aylarında en yüksek seviyededir. Mayıs’tan Eylül’e kadar olan period en çok yağış alan “ıslak sezon”dur. Elbette hava sıcaklığı ve yağış kuzey ve güney bölgelerine göre değişiklik göstermektedir.
KISA TARİHİ : Hazırlanıyor...
YOL NOTLARI : Bankok havaalanında dört saatlik bekleyişten sonra Vietnam havayollarına ait uçak, İstanbuldan ayrılışımdan onyedi ve havada geçen toplam onbir saatlik uçuştan sonra akşam sekizde beni Hanoi’nin Noi Bai havaalanına ulaştırdı.
Pasaport kontrolü oncesi tüm yolcular, termal bir kameranın önünden geçerek SARS ve kuş gribi taşıyıcısı olma ihtimaline karşı ateşlerimiz ölçüldü. Havaalanından 28 km’lik yolculuktan sonra, merkezdeki Ving Quang otelinin penceresiz, hücre gibi odasına yerleştim. Eğer güneydoğu asyada şehir merkezinde kalacaksanız, dışarıda sabaha kadar süren yoğun motosiklet gürültüsüne karşı penceresiz odalar en doğru seçim.
Gece onbirde keşif için kendimi sokağa atıp motosiklet kiralayacağım adresi bulduktan sonra gece yarısı otele döndüm. Uyku ilacı almama rağmen önceki gece uçuş sırasında uyuyamamıştım. Dayanılmaz derecede yorgun ve uykusuzum ancak odamın dışarıya bakan hiç penceresi olmamasına rağmen dışarıdan gelen motosikletlerin gürültüsünden uyuyamadım.
Sonunda uykudan vazgeçip altı buçukta motosiklet kiralayacağım dükkanın yolunu tuttum. Vietnam’a 175 cc üzeri motosiklet girişi ve ithalatı yasak. Vietnam’da servis ve yedek parça sıkıntısı olmayan, Belarus malı 125 cc’lik Minsk motosiklet kiraladım. Otelden çantalarımı motosiklete yükleyip Hanoinin kaotik trafiğinden beni dışarı çıkarmaları için tekrar dükkanın yolunu tuttum.
Hanoi çıkışında refakatçimden ayrıldığımda saat on’u gösteriyordu. İlk durağım dört saat sonra Hanoi’ye 185 km uzaklıktaki Moc Chau şehri. Etrafı yüksek dağlarla çevrili, Vietnam’ın en iyi çaylarını yetiştiği süt endüstrisi merkezi. Moc Chau’da sonra yol çalışması nedeniyle sürüş eziyete dönüştü. Sonunda hava karardıktan bir saat sonra Yen Chau’ya ulaştığımda yoldaki kızıl renkli toprak ve terden yoğrulmuş çamurdan heykele benziyordum.
Akşam yemeğini otelin yanındaki lokantada yerken raflardaki büyük kavonozlardaki sıvının içindeki yuvarlaklar dikkatimi çekti. Sorduğumda, restoran sahibi, kavanoz içindeki pirinç şarabını bir bardağa doldurup ikram etti. Bardağın dibini bulduktan sonra, yuvarlakların sırrını öğrendim. Meğer keçi testisiymiş. Sonraları tüm restoranlarda bu tür görüntüler de arttı. Pirinç şarabı dolu kavanozla büyük eşek arıları, kırkayaklar, akrepler, gecko, ve yılanlarla dolu. En pahalı pirinç şarabı ise içinde üç metrelik kobra yılanı olanlar. Vietnamlılar herbir hayvanın farklı hastalıklara iyi geldiği sanısıyla bu ilaç-şaraplardan içiyorlar.
Sabah yedide uyanıp sekiz buçukta yeniden yola koyuldum. Yol inşaatı bir sure sonra bitti, dar ama temiz asfalt yolda üzerime üzerime gelen Rus malı eski kamyon trafiği de azaldı Öğleyin Son La’ya ulaştığımda beklediğim Vietnam burada karşıma çıktı. Çevredeki vahşi yeşillikte umduğum Vietnam’ı buldum. Bu kısa molada, Fransız kolonial dönemden kalma eski hapishaneyi gezdikten sonra yine yola koyuldum.
Artık yerleşim yerleri arasındaki mesafeler uzadı ve yoğun trafik yok denecek kadar azaldı. Pha Din geçidinden geçerken yol işçilerinin öğle yemeği davetini, odun ateşi üzerinde tüyleri ve iç organlarıyla kızaran kedi büyüklüğündeki farenin tadını merak etsem de kibarca reddettim. Başka bir işçinin kucağındaki fare, kara gözlerini birazdan kızaracağı ateşten alamıyordu. Bu kadarı bana bile fazla. Son La ile Dien Bien Phu arası sadece 150 km. Toplu taşıma arçlarıyla altı saat çeken yolu motosikletle üç saatte alarak Laos sınırına 34 km uzaklıktaki Dien Bien Phu’ya ulaştım.
Sanırım yeryüzünde Vietnamlılar kadar çok savaş gören ve acı çeken ulus olmamıştır. Önce Çin, ardından Japon, sonra Fransız ve son olarak Amerikan işgalleri. Dien Bien Phu Vietnam’ın özgürlük savaşında önemli rolü olan bir şehir. Ho Chi Minh’den son sonra Vietnam’ın ikinci ulusal kahramanı Vo Nguyen Giap’ın Fransız sömürgesine karşı başlattığı savaş 6 Mayıs 1954’te bu şehirde noktalanmış. Bu gün 94 yaşındaki Vo Nguyen Giap, Fidel Castro gibi halen yaşayan devrimci efsanelerden.Öğleden sonra yola çıkıp Lai Caou’ya ulaştım.
Öğle yemeğinden sonra Paso’ya doğru üçte yola çıktım. Paso’ya 17 km kala korktuğum başıma geldi ve motosikletin benzini bitti. Bu ıssız dağ başında oturup beklemekten başka yapacak hiç bir şey yok. Yarım saat sonra yoldan geçen motosikletli genç çiftten yardım istedim, beş km ileriden bana iki litre benzin getirdiler, sonunda Paso’ya ulaşıp temiz ve sevimli ahşap otelin süitine yerleştim.
Hanoiden ayrıldığımdan beri rastladığım tek turist, aynı oteli paylaştığım Belçika büyükelçisi ve eşiydi. Bu küçük kasabada hava oldukça serin olmasına rağmen sivrisineklerden rahat huzur yok. Yemekten sonra gece otelin geniş terasında konyağımı yudumlarken ağzıma sert taneler gelmeye başladı daha sonra huylanıp odanın ışığında bardağı incelediğimde dibinde bir parmak kalınlığında küçük haşeratlarla dolu olduğunu görünce konyaktan vazgeçip yataktaki cibinliğe sığındım.
Dokuzda Pasodan ayrılıp, Vietnamın en yüksek dağının bulunduğu 3143 m.lik Fansipan dağında uzun ve keyifli bir sürüşten sonra saat birde Sapa’ya ulaştım. Burada sıcaklık on beş derecenin altında ve ortalık turist kaynıyor. Turistik Sapa’dan kaçarcasına uzaklaşıyorum.
Dört buçukta Çin sınırına bir-kaç yüz metre uzaktaki Lao Cai’ye ulaştım, amacım hava kararmadan once Bac Ha’ya ulaşmak olduğu için oyalanmadan yeniden dağlara doğru sürmeye devam edip akşamın karanlığında, bozuk toprak yolda iş makinaları arasında sıyrılıp saat altı’da Bac Ha’ya ulaştım.
Sabah yağmurla uyanıp, çekişi düşen motosikleti otelin yanındaki motosiklet tamircisi bayan ustanın ellerine teslim ettim. Erkeklere yakışan bir ustalıkla motosikleti tamir edip, bir de deneme sürüşünden sonra bir saat içinde bana teslim etti.
Yağmura rağmen dokuzbuçukta yola koyulup Ha Giang’a oradan da savaş sırasında Vietnamın ulusal kahramanı Ho Chi Min’in karargah olarak kullandığı, bir günlük mesafedeki Hang Pac Bo’daki mağaraya gitmek istiyordum. Ancak elimdeki harita ve rehber kitapta bundan sonrası için fazla bilgi yok. Yol kenarındaki “girilmez, yasak bölge” uyarılarına aldırmadan, yağmur ve sis altında geçen elli km’den sonra haritada olmayan Xin Mcai şehrine ulaştım.
Fotoğraf çekerken yanıma gelen asker engel olmaya çalıştı. Ben işaret diliyle gitmek istediğim yönü gösterince de önüme geçip engel olup geldiğim yöne geri dönmem konusunda ısrar edince aramızda işaret diliyle tartışma başladı. Bu arada bir kaç asker daha geldi. Yarım saat süren tartışma sonrasında diğerleri sıkılıp ayrıldı son kalan asker de ne halin varsa gör dercesine beni bıraktı. Kazanmış olmanın guruyla üç km daha devam ettim. Vietnam’da yollarda sıklıkla olan bariyerlere alıştığım için açık bir bariyerden geçtim ama bir sure sonra yol garipleşmeye başladı, durup geri baktığımda yolda bir takım insanlar bana işaret ediyorlar. Geri döndüğümde bu sefer askerler de geldi ve daha ciddiler, pasaportumu aldılar. Anladım ki bir sınır ihlali durumu söz konusu. Meğerse yolun bir kaç-yüz metre sonrası Çin. Özür dileyip, pasaportumu alıp sessizce yine Bac Ha’ya dönerken Ha Giang’a giden levhayı görüp saptım. Ancak bu kestirme yola patika demek daha doğru Çamur ve çakıldan ibaret ve hiç araç trafiği olmayan bu yolda sekiz km gittikten sonra yağmur ve sisle birlikte şansımı daha fazla zorlamamak için Ha Giang’a gitmekten vazgeçip Bac Ha’ya geri döndüm. Dağ yolundan tekrar inişe geçip asfalta ulaştım. Akşamın karanlığında Yen Bai’ye ulaşıp orman içindeki tek temiz oteline yerleştim.
Halong körfezine gitmek üzere sabah Yen Bai’den ayrıldım. Dağlardan indikçe tropikal sıcak yine bunaltmaya başladı. Tuyen Quay üzerinden, günler sonra ilk defa gündüz gözüyle Thai Nguyen’e ulaştım. On gündür kuzey Vietnam dağlarında geçen yorucu yolculuktan sonra öğleden sonrasını ertesi sabaha kadar otelde dinlenerek geçirdim.
Sabah, şehirde bir buçuk saat arandıktan nihayet Halong’a giden kestirme yolu buldum. Köylerin, tarlaların ve derelerin içinden geçen 50 km’lik toprak yolu üç saatde alarak sonunda otoyola çıkıp hava kararırken Halong şehrine ulaştım. Tüm seyahatim boyunca kaldığım tek beş yıldızlı otel konforunu kısa süreli de olsa burada yaşadım. Öğleyin feribotla Halong’dan Hon Gai adasına geçtim. Küçük ada turundan sonra eski ahşap bir teknenin kaptanıyla beni ve motosikletimi Cat Ba adasına götürmesi için anlaştım. Hydrofoillerle bu yolu bir saatde almak mümkün ancak motosikleti yüklemek mümkün olmuyor. Ağır ağır yol alan eski teknenin üç yolcusundan biri olarak seyir ederken Halong körfezindeki binlerce adacıkları da görüntüleme fırsatım oldu. Dört saat sonra Cat Ba adasına ulaşıp küçük bir pansiyonun deniz manzaralı odasına yerleştim.
Sabah ilk olarak adadaki “Gizli Hastane” mağarasını gezdim. Halong körfezinin Amerikan işgali sırasında, yaralı Viet Minh gerillalarının tedavi edildiği bu mağara hastane, devasa bir dağın içerisine oyulmuş tüneller ve geniş dehlizlerden oluşuyor. Daha sonra adanın en yüksek dağına tırmanıp çevreyi kuşbakışı görme fırsatım oldu. Adanın arka taraflarında kısa gezintiden sonra akşam otele döndüm.
Kahvaltı sırasında rengarenk Minsk motosikletleriyle hafta sonu gezisine çıkmış on kişilik Japon grubuyla tanıştım. Grupta kimler yoktu ki; Restoran sahibi iş adamı, Japonyanın sağlık ateşesi, garson, Japonyanın drag motosiklet şampiyonu, yani her sınıftan insane. Ben de eşyalarımı toplayıp birlikte Phon Lang’a oradan feribotla Cat Hai’ye yine feribotla Haiphong’a geçtik. Öğleden sonra onlar Hanoi’ye ben Ninh Binh’e gitmek üzere yollarımızı ayırdık. Vietnam'da hız limiti 60 km, sonunda motorun maximum hızı 70 ile radara yakalandım. Turist olduğumu anlayınca ceza yazmaktan vazgeçtiler. Saat beşte Ninh Binh’e ulaştım. Vietnada yediğim en güzel yemek bu pansiyonda oldu ve üzerine, içinde kobra yılanı bulunan Zio (pirinç şarabı).
Sabah on’da otelden ayrılıp civarda gezintiden sonra Hanoi’ye dönerken korktuğum başıma geldi ve motosiklet Hanoi’ye 90 km kala arıza yaptı. Geçerken gördüğüm 500 m gerideki tamirciye doğru itmeye başladım. Tamirci uzun yıllar Almanya’da çalıştıktan sonra kesin dönüş yapmış bir gurbetçi, Ninh Binh’den yedek parça getirilmesi ve tamir işi üç saat sürdü. Yola çıktıktan yirmi km sonra yine stop etti. On dakika sonra çalıştı. On km sonra yine durdu, çalıştı, durdu, çalıştı….. Hanoi’ye kadar bu defalarca oldu. Nihayet Hanoi’de trafik kaosunun içindeyim. İlk günkü tedirginliğimden eser kalmamış, yoğun motosiklet trafiğinin içerisinden sıyrılıp otele geldim.
Sabah motosikleti teslim edip şehir turu yaptım ve ulusal kahraman Ho Chi Min mozelesini ziyaret ettim. Vietnam Sosyalist Cumhuriyetinin kurucusu Ho Chi Minh 1912 yılında 22 yaşındayken Halong-Marsilya arasında sefer yapan gemilerde tayfa olarak çalışmaya başlamış. Bir sure Londra Carlton otelinde ahçı yamaklığı yapan Ho, kar küreyiciliği, metroda gazete satıcılığı, afiş yapıştırıcılığı gibi işler de yaparak hayatını kazanmış. Sonraları Paris’e yerleşen Ho, Fransız Kominist Hareketi içerisinde yer alarak Nguyen Al Quoc (Yurtsever Nguyen) takma adıyla şiirler, politik makaleler ve sinema eleştirileri yazmaya başlamış. 1943’de Vietnam’a özgürlük mücadelesi için yeniden dönen Ho, bu tarihten sonra Ho Chi Minh (Aydınlatan insan) adıyla anılmaya başlayan Ho’nun gerçek adı Nguyen Tat Tanh.
Akşam Cat Ba’da tanıştığım Hollandalılarla buluşup Vietnam’daki son yemeğimi kopek eti yapan restaurantda yiyip üzerine, içinde bol miktarda haşerat ve sürüngenin bulunduğu pirinç şarabı Zio içerek kutladık.
Sabah havaalanına giderken, yaşamımın en güzel ikinci tatilini geçirdiğim bu ülkeye ve güleryüzlü, sevimli insanlarına içimin iyicene ısınmış olduğunu farkedip ayrılığın burukluğunu hissediyorum. Ama bu ülkeye yaptığım ilk seyahatin son olmayacağını biliyorum.
Pazar, Şubat 29, 2004
North Laos
Nufusu : 5.500.000
Yüzölçümü : 235.000 km2
Yönetim : Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti (Lao PDR)
Vize : Var (Havalanı ve Frienship köprüsünden girişlerde 2 foto ile 15 günlük)
İklim / Ne zaman gitmeli : Güneydoğu Asya ülkelerinde, Türkiyedeki gibi dört mevsim yok. Laos da iki mevsim var “sıcak mevsim” ve “çok sıcak mevsim”. Yolculuk için en ideali, Kasım ve Mart ayları içerisinde kalan period. Hava sıcaklığı Nisan ve Ekim aylarında en yüksek seviyededir. Mayıs’tan Eylül’e kadar olan period en çok yağış alan “ıslak sezon”dur. Elbette hava sıcaklığı ve yağış kuzey ve güney bölgelerine göre değişiklik göstermektedir.
KISA TARİHİ : 1880’lerde Kamboçya ve Vietnem’ı ele geçiren Fransızlar, bölgedeki konumunu daha da güçlendirmek için Laos’a yöneldi. Kuzey Laos’un yönetimini Luang Prabang’daki krallığa verip kalan eyaletlere bir Fransız vali atadı. Laos’un belirsiz hukuki statüsü, Japonların Çin Hindini işgal ettiği 1941’e kadar sürdü.
1910’larda Fransız yönetimine karşı ilk direnen dağlı kabileler, antisömürgeci bir programla, vergileri ve askerlik hizmetini reddeden Kommadam çevresinde toplandılar. Kommadam’ın öldürülmesinden sonra, oğulları Sithone ve Kamphan, komünist parti (Pathet Lao) kadrolarında yer aldılar.
1941’de Luang Prabang kralı Sisavang Vong, prens Phetsarath’ı başbakanlığa getirirken, üvey oğlu Souphanouvong’da Viet Ming tarafından eğitilmiş gerilla grubuyla Laos’un büyük bölümünü denetim altına almıştı. Souphanouvong, eğitim için gittiği Hanoi’de Çin Hindi Komünist Partisi üyesi bir hancıyla arkadaş, daha sonra kızıyla evlendiği hancının damadı (Prens ve Hancının kızı, demek ki Külkedisi hikayesi gerçekmiş) ve hancının referansıyla da parti üyesi olur. Sonraları “Kızıl Prens” olarak anılan Souphanouvong, Lao Issara (özgür Laos) partisinin çağrısını reddederek gerilla savaşının başında kalmayı tercih edip, Thailand ve Birmanya da üslenip gerilla eylemlerine yöneldi.
Fransızlar; 1946’da Souphanouvong ile anlaşma yaparak, Laos’un toprak bütünlüğünü ve özerkliğini örtük biçimde kabul etti. 1947’de Fransızların gözetiminde yapılan seçimlerde bir Kurucu Meclis oluşturuldu ve Laos Fransız birliği içerisinde krallıkla yönetilen “bağımsız” bir devlet olarak tanımlandı.
Bangkok’daki Lao Issara önderleri, örgütü feshedip Laos’a dönerek, sözde bağımsız Laos’da “ulusal” bir hükümet kurmaya çalışırken, “kızıl prens” de yeraltı mücadelesiyle onlara destek oluyordu. 1950’de kurulan Pathet Lao, aynı yıl kurulan Neo Issara Lao (özgür Laos cephesi) ile komünist olmayan unsurlara karşı ulusal bağımsızlık talebi etrafında geniş bir cephe oluşturmasını sağladı. Bu amaçla kurulan; Phan Khon Ngan Lao (Laos işçi partisi) , Phak Pasason Lao (Laos Halk partisi) Neo Lao Hak Xat (Laos yurtsever cephesi) geniş bir taban üzerinde mücadele yolları aradılar.Fransa, Viet Minh’in kazandığı başarılar üzerine, 22 Ekim 1953’te imzalanan Fransız-Laos Dostluk Antlaşmasıyla Laos’a “ tam bağımsızlık” tanımayı kabul etti.
1954’de Cenevre Konferansında Laos’un bağımsızlığı, bölünmezliği ve egemenliği kabul edildi ve Pathet Lao birlikleri 1957’de Laos kraliyet ordusuna katıldı. 1958’de yapılan seçimlerde 35 sandalyenin 14’ünü Komünist Parti kazanınca hükümetteki sağcı unsurlar Pathet Lao’nun tarafsızlık politikasına son vermek amacı ile Ulusal Çıkarları Saavunma Komitesini kurarak ABD’den “danışman” sıfatıyla çok sayıda askeri çağırması üzerine Pathet Lao, birliklerine ordudan isyan etmelerini söyledi. 1959’da istifa eden Pathet Lao birlikleri silahlarıyla kuzey Vietnam’a çekildiler. Komünistlerin tutuklanmaya başlaması üzerine, kırsal kesimi denetim altına alan Pathet Lao birliklerinin saldırıları hükümeti yıprattı.
1957’de Pathet Lao’ya karşı savaşan komutan Kong Lae, savaşın yabancı tehlikelere karşı değil Laos’luların birbirine karşı bir savaş olduğunu farkedip, başkente varınca; stratejik yerleri ele geçirerek üç saat içerisinde darbe yapar. Ancak darbe karşıtı dört komutan sıkıyönetim ilan edip Pathet Lao ile ülkenin heryerinde savaşmaya başlaması sonucu Kong Lae, komutasındaki birlikleri Pathet Lao ile birleştirerek kuzeye çekildi. Ordu başkente gelince herkesi komünistlikle suçlayarak acımasız, kanlı bir teröre girişti. Pathet Lao ile Kong Lae birliklerinin ardarda kazandığı başarıların ardından, ABD Laos’ta ateşkes ilan edilmesini ve sorunun uluslararası konferansta ele alınmasını istedi.
Görüşmeler sürerken iç savaş olanca hızıyla devam ediyordu, Cenevre konferansı sonunda kurulan koalisyon hükümeti dağılınca Pathet Lao siyasal bosluğu kendi lehine çevirmeyi başardı, zamanla güçlenen Pathet Lao karşısında, ABD yeni hükümetin reddederek, Pathet Lao’nun denetimindeki bölgelere yıllarca sürecek yoğun bombardımana başladı. Laos’taki Thailand ve ABD birliklerine ve bombardımanlarına rağmen Pathet Lao 23 Ağustos 1975’te başkent Vientiane’e girerek Laos Demokratik Halk Cumhuriyetini ilan etti.
YOL NOTLARI : En güzel tatiller, hiç hesapta olmayan, ani ve plansız olanlardır. Belki de benim için öyle. Bayramda İstanbulda kalıp tatili evde geçirmeyi planlamıştım. Ama tatilden bir gün önce, perşembe gece yarısı, şeytan dürtmüş olmalı ki; gece uyanıp, sabaha karşı saat bir buçukta THY’nin web sayfasından Bangkok’a yedek bir bilet rezerve edip, Kamboçya mı, Vietnam mı olsun hayaliyle tekrar yatağa döndüm. Ertesi gün her iki saatte bir telefonla THY’yi taciz ederek biletimin durumunu öğreniyordum. Tam umudumu kesmişken, uçağın kalkış saatinden dört saat önce gelen telefon biletimin okeylendiğini söyledi. Eve koşup pasaportumu, motosiklet kaskımı ve küçük sırt çantasına sığdırabildiklerimle havaalanının yolunu tuttum.
Ertesi öğlen Bangkok’tayım. Vietnam vizesi ancak üç günde alınabiliyormuş, Kamboçya vizesi havaalanından alınabilirmiş, ama uçak ertesi gün, Laos’a uçak beş saat sonra.” Harika, bu sefer neden Laos olmasın?” Biletimi elime alınca terminalindeki kitapçıdan Lonely Planet’in Laos rehber kitabını ve haritasını alıp, dört saatlik bekleme süresini Laos hakkında bilgilenerek ve seyahat rotamı çizerek geçirdim.
Gece dokuzda başkent Vientiane’in havaalanında Vize ve pasaport işlemlerinden sonra teneke yığını döküntü bir taksiye, merkezde herhangi bir otele götürmesini söyledim. Yol kenarındaki satıcıların yaktığı ateşlerle aydınlanan, yoğun duman bulutu altındaki tozlu caddeleri geçip standartlara göre lüx sayılan otelin merdivenlerini, ertesi gün nasıl bir sürprizlerle karşılaşacağımı düşünerek çıktım.
Yedide uyanıp, sekiz gün boyunca beni yolda bırakmayacak ve sorun çıkartmayacak motosiklet bulmak için kendimi sokağa attım, otelin yanındaki Vietnam lokantası önündeki BMW motosikletler dikkatimi çekti. Genç bir Alman çift, geçen Mayıs ayında Almanyadan yola çıkmışlar, Türkiye, İran, Hindistan, Çin ve Laos. Laos’dan sonra, Thailand, Kamboçya, Malezya, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan uçakla eve dönüş. İki yıla yakın tatil ve sürekli motor üzerinde. Kısaca; yollar, rota ve riskler hakkında konuştuktan sonra, lokantanın yanındaki motosikletçiden 250 cc’lik Honda Baja kros motosikleti kiraladım. Çantaları yükleyip Mekong nehrini takip ederek kuzeye gaz verdim.
Laos, 235.000 km2’lik yüzölçümüyle İngiltere adası büyüklüğünde, ama tüm ülkenin nüfusu 5.5 milyon ve % 85’i kırsal kesimde, dağlarda yaşıyor. 133.000 nüfuslu başkent Vientiane’den çıkalı doksan km. olmuştu ki, yolculuğumun ilk saatinde ilk kazamı yaptım. Ülkenin en bakımlı, tek şeritli otoyolunda önüme çıkan 2.5 m’lik yılanı farkettiğimde aramızdaki mesafe 15-20 m. kadardı, yolun sol tarafına geçip sollamak isterken benden daha hızlı olan yılan, çoktan yolun karşısına ulaşmıştı, üzerinden geçmemek için ani bir fren yapıp gidonu sağa kırınca, kendimi yılanın çıktığı çalılıkların içinde buldum. (İlk gün, ilk ders; % 90’ı tarıma ve yerleşime izin vermeyen muhteşem doğayı seyretmenin yanı sıra bazen yolu da gözetmekte yarar var).
Vientiane’den 160 km. sonra, Laos’un en turistik iki şehrinden bir olan Vang Vien de ilk molamı verdim. Yüzme, yürüyüş, orman turları, rafting, kano gibi aktivitelerin yanı sıra, şehrin yakınından geçen Xong nehri kıyısındaki mağaralarda, Vietnamlı girişimciler tarafından turistik afyon partileri de düzenleniyor, bir avuç esrar neredeyse bir paket sigaradan bile ucuz, belki bu sebeple yerel halktan çok turist var. Yolda, ziller ve teflerle dolaşıp, tapınak için yardım toplayan bir grubun içine karışıp evleri, dükkanları dolaşıp ikram edilen pirinç şarabı Lao Lao içtim. (İkinci ders; her ne kadar adı şarap olsa de % 25 alkol içeren Lao Lao’yu motosiklet kullanırken içmemek gerek). Bir kafede üçüncü kahvemi içtikten iki saat sonra kendime gelip yola devam ettim.
165 km. sonra hava karardığında Kiu Kacham‘ın tek oteline yerleştim. Duşu ve tuvaleti olmayan odadan elimde havlu ve şampuanla çıkıp duşu ararken, otel sahibinin kızı bana duşun yerini gösterdi. Bahçenin köşesinde, kocaman paslı bir varilin içinde, nehirden taşınan bulanık suyu, hamam tası yerine geçen yarısından kesilmiş bir pet şişeyle dökerek duşumu aldım. Bu günden sonra bir hafta boyunca sıcak bir duşa hasret kaldım.
Sabah saat beşte uyanıp yedi de yola koyuldum. Yılan gibi kıvrılan dağ yollarında yoğun sis hızımı yavaşlatsa da 70 km. sonra, dokuz’da Luang Prabang’a ulaştım. Laos’un en turistik şehri olan 16.000 nüfuslu Luang Prabang’da 66 tapınak var. Şehir UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış. Onyedinci yüzyılın başından feshedildiği 1975 yılına kadar monarşinin merkezi olan Luang Prabang, kuzey Laos’da cep telefonlarının çektiği son nokta, bundan sonraki şehirlere elektrik de limitli veriliyor. Kısa şehir turundan sonra öğle saatlerinde sehirden ayrıldım. Yol çok iyi ve bakımlı 130 km’yi birbuçuk saatde alıp (Laosda bir daha hiç bu hıza erişemedim) dörtbuçukta Pak Mong’a ulaştım, burada otel var ancak kısa bir molanın ardından biraz daha yol alıp, 30 km. ilerideki Song Cha’da gecelemeye karar veriyorum, ancak bir kaç kilometre sonra asfalt yol yerini berbat stabilize bir yola bıraktı, ardından hava tümüyle karardı. Bozuk yol ha bitti ha bitecek derken birbuçuk saat içerisinde 40 km. yol alabildim, ancak yolumun üzerinde olması gereken şehre rastlamadım. Vientiane’de rastladığım Alman motosikletli çiftin gece kesinlikle motosiklet kullanmamam gerektiği uyarısına rağmen, 40 km. geri dönmektense 55 km. ileri gitmeyi göze aldım. Yol o kadar kötüleşti ki, artık sadece bozuk yolda düşüp bir yerimi kırmamanın stresiyle devam ettim, ama gerçekten çok gerildim, Pak Mong’dan ayrıldığımdan beri ne bir insana, ne arabaya, ne ışık, ne de bir köye rastlamadan ve hiç durmadan, 95 km. yolu zifiri karanlıkta almam dört saat sürdü. Aşağılarda Udom Xai’nin ışıklarını görünce rahat bir nefes aldım, otel odasına çıkıp yatağa kendimi attığımda saat onu gösteriyordu. Beş saatde sadece 95 km. Bir daha böyle bir gece olmaması konusunda kendime söz verdim.
Sabah altı uyandım ama dün geceden o kadar yorgunum ki, yataktan ancak dokuzda kalkabildim. Her sabah makarna ve pirinç yemekten bıkkınlık geldi, şöyle gerçek bir kahvaltı yapmak istiyorum. Bir saat boyunca bütün otelleri, marketleri ve restoranları dolaşıp peynir ve reçel aradım, sonunda meyve ile kahvaltıya razı oldum. Udom Xai, Çin Hindi savaşı sırasında, Çin birliklerinin merkezi olduktan sonra hızla gelişmiş, çok farklı diyalektlerin konuşulduğu şehirde ikinci dil Çince. Öğlen onikide yola çıkıp Çin sınırındaki Boten’e gidiyorum, yolun ilk otuz km’si Na Teuy’a kadar berbat, sonrası Boten’e kadar asfalt. Yollar ister asfalt, ister stabilize olsun her yüz-yüzelli km.de bir para ödemek gerekiyor, motosikletler ücretsiz. Boten için; Çin sınırındaki kamyoncu kasabası demek daha doğru, Çin’den Laosa ticaret yapan Çinli ve Laosluların giriş-çıkış yapabildiği bir ticaret noktası. Fazla oyalanmadan Na Teuy’a dönüp 37 km. uzaktaki Luang Nam Ta’ya yöneliyorum. Yol yine toprak olduğu için, bu kısa mesafeyi geçmem birbuçuk saatimi alıyor. Luang Nam Ta’ya ayak basar basmaz, yöresel kıyafetleri içerisindeki Hmong kadınları, esrar satmak için etrafımı sarıyor. Otele yerleştikten sonra, şehir turu ve yemek için dışarı çıktım. Ülkedeki en iyi yemeğimi bu akşam yedim, Kore tarzı barbekü (Nıa Kauwli). 35.000 nüfuslu kentte onbeşe yakın etnik grup yaşıyor, burada konuşulan dil ağırlıklı olarak Çince. 1960’lı yılların başında CIA ajanı kaynayan Luang Nam Ta’da CIA, buradaki etnik grupların ürettiği afyon ve eroinin taşımacılığını üstlenerek, antikomünist bir ordu oluşturmuş.
Kahvaltıdan sonra Çin ve Burma sınırındaki Muang Sing’e gitmek üzere yola koyuldum. Burada görülmeye değer bir şey yok. Muang Sing hakkında söylenecek tek şey “Afyon ve Eroin”. 4,5 ton Afyon ile tüm Laos’da üretilen afyonun %3’ü 20.000 nüfuslu bu şehirde üretiliyor ve yaşayanların ikibine yakını afyon bağımlısı. Otobüs terminalinin yanındaki Talaat Nyai tam bir afyon pazarı. Pak Mong’a kadar önümde 260 km. yol olduğu için fazla oyalanmadan yola çıkıyorum. Üç gün önce gecenin zifiri karanlığında geçerken göremediğim muhteşem manzarayı seyredip yolun gerçekten emniyetsiz olduğunu düşünürken ikinci kazamı yapıyorum. Motosikletin hemen önünde kocaman siyah bir yılanın havada daireler çizerek kaybolmasını görmemle motosikletin kontrolünü kaybedip, nasıl olduğunu anlayamadan kendimi yerde bulmam bir oldu. Toprak yolda hızım yavaş olduğu için bende ve motorda hasar yok. Etrafta seyircim olmadığı için gururum da incinmedi.
Akşam altıda Pak Mong’a ulaştım, çarşafları muhtemelen en son, geçen turizm sezonunda yıkanmış olan otel odasındaki kokuyu hissetmemek için, Bangkok’dan aldığım Tiger Balm’ı burnuma sürerek uyumaya çalıştım. Sabah kahvaltı etmeden erkenden yola koyuldum, sürekli tırmanıp inerek 185 km. sonra öğlen bir'de Vieng Tong’a ulaştım, henüz erken olduğu için 60 km. ilerdeki Nam Neun’a gitmek üzere hazırlanırken rastladığım Fransız ve İsviçreli grup yolun çok kötü olduğunu söyledi. Ama bu ülkenin en iyi yanı; başladığınız işi bitirmek zorunda kalmanız, çünkü alternatif yol veya ulaşım yok. Vieng Tong’dan çıkar çıkmaz asfalt yok oldu ve yağmur çiselemeye başladı, on km. sonra toprak da yok olup yerini yumruk büyüklüğünde taşlara bıraktı. Taşlı yol ve yağmura bir de sis eklendi. Motosiklet taşlara çarpıp bir sağa bir sola yalpalarken düşmemek için iki ayağımla yerden destek almaya çalışıyorum. Yağmur, sis ve soğuğa rağmen stresten terliyorum. Bu şekilde üç saat kullandıktan sonra akşam dörtte Nam Neun’a ulaştım. Çalınma riskine karşı motosikleti bırakabileceğim kapalı bir yer olmadığı için pansiyon sahibinin yardımıyla motosikleti odaya aldım. Isı onbeş derecenin altında, ve bu soğukta şortla dışarı çıkıp varildeki buz gibi sudan dökünerek duş alıp hemen yorganın altına girdim. Dişlerimin takırdaması ancak yarım saat sonra durabildi. Yedide dışarı çıkıp beşyüz metre ilerdeki köye yemek için yürüdüm. Bütün gün hiç bir şey yemedikten sonra burada yemek adına bulabildiğim tek şey, mangalda pişirilmiş manda derisi ve bira (Mecburen yedim ama tavsiye etmem, yanmış tırnak ve saç gibi kokuyor).
Sabah yağmur hala devam ediyor ve düne göre hava daha soğuk. Normal koşullarda burada beklemeyi yeğlerdim ama iki gün sonraki uçağa yetişmek istiyorsam devam etmeliyim. Yola çıktıktan bir kaç dakika sonra pantolonum ve montum sırılsıklam oldu, On dakika sonra polar kazak ve tişörtüm de ıslanınca zangır zangır titremeye başladım. Yol çok temiz, sürekli inişli çıkışlı ve muhteşem bir manzarası var, ama kimin umurunda, titremekten hiç bir şeyin farkında değilim. Rüzgarı ve soğuğu daha fazla hissetmemek için hızımı 30 km’nin üzerine çıkartamıyorum, zaten donmuş parmaklarımla vites değiştirmek bile çok zor. Hayatımda hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum. Sanki, gücün ve iradenin sınanması gibi birşeydi. Bu şekilde dört saat kullandıktan sonra Muang Kham’daki bir restoranın önünde durup üzerimdeki ıslak herşeyi çıkartıp sadece donla ocağın başında yerimi alıyorum. Restorandaki herkes halime gülüyor. Bir saat sonra titreme nöbetim geçince çantamdaki son kuru tişörtü ve tencere kapağının üzerinde kurumaya bıraktığım pantolonumu giyiyorum. Tabaklar dolusu içtiğim sıcak çorbayla nihayet kendime geldim.
Yağmurun durmasını fırsat bilip 50 km ilerdeki Ponsawan’a gitmek için yeniden motosiklet üzerindeyim. Buradan sonra yol çok iyi ama üzerimdeki rutubetli giysilerle rüzgarda üşümemek için hız yapamıyorum. Birbuçuk saat sonra Ponsawan’da bulduğum ilk otelin yatağına girip kendimi ısıtmaya çalışıyorum. Akşam üzeri ılık duştan sonra otelin altındaki Hint restoranında kendime bir ziyafet veriyorum. Restoran sahibinin de yardımıyla tüm ıslak ve çamurlu giysilerimi çamaşırhaneye verdim, dört saat sonra temiz ama kurutma makinası olmadığı için yine ıslak alıyorum.
Sabah erkenden kalktım, ertesi gün onbirde kalkacak uçağa yetişmek için önümde 370 km’lik uzun bir yol var. Islak giysileri üzerime geçirip yedide yola çıktım, yağmur olmadığı için rüzgarın etkisiyle kurudular ama hala çok soğuk. Longcheng üzerinden kestirme bir yol var ama bölgeye giriş yasak. Buradan gitmemem için beni uyarmışlardı. (Longcheng, Hmong kabilesinin yaşadığı bölge. Önceki yıllarda Hmong’lar üç danimarkalı bisikletçiyi öldürmüşler, bir otobüsü içindeki otuzbeş kişiyle yakmışlar ve bir köyü basmışlar, bu nedenle bölgeye giriş yasak. Amerikan bombardımanı sırasında Hmong’lar Amerika ile işbirliği yaptığı için Komünist iktidar tarafından pek sevilmiyorlar. Muang Kham’daki restoranda konuştuğum bir Hmong ise Danimarkalıları öldürenin ve otobüsü yakanın, maaşlarını almayan hükümet askerleri olduğunu söylemişti. Artık günahı yapanın boynuna, ben uzun yolu seçeceğim).110 km sonra Phou Khoun’a yaklaşırken yağmurun yeniden başlamasıyla yine sırılsıklam olup soğuğu tüm iliklerimde hissettirmeye başladım. Bu şekilde kalan 210 km’yi tamamlamak, bu harika gezinin son günü hastalığa davetiye çıkarmak olacağı için Vientane’e giden otobüsün söförüyle pazarlık yapıp, yolcularında yardımıyla motosikleti otobüsün üzerine yükledim. Yolculuğun son etabını otobüsün arka koltuğunda, şöförün verdiği battaniyeye sarılı, yalınayak ve çıplak yaptığım için başkente girişim pek muhteşem değildi. Ama bu seyahatim için tek bir şey söyleyebilirim. MUHTEŞEMDİ.
Cumartesi, Kasım 29, 2003
North Thailand
Başkenti : Bangkok
Nufusu : 62.000.000
Yüzölçümü : 517.000 km2
Yönetim : “Thailand Krallığı” 1932’ den beri İngiltere modeli monarşi.
Vize : Ülkeye girişte 30 günlük.
İklim / Ne zaman gitmeli : Güneydoğu Asya ülkelerinde, Türkiyedeki gibi dört mevsim yok. Thailand da iki mevsim var “sıcak mevsim” ve “çok sıcak mevsim”. Yolculuk için en ideali, Kasım ve Mart ayları içerisinde kalan period. Hava sıcaklığı özellikle Nisan olmak üzere Ekim ay’ına kadar en yüksek seviyededir. Mayıs’tan Eylül’e kadar olan period en çok yağış alan “ıslak sezon”dur. Elbette hava sıcaklığı ve yağış, kuzey ve güney bölgelerine göre değişiklik göstermektedir.
KISA TARİHİ
Mekong vadisi ve Khorat ovasında, günümüzden on bin yıl öncesi dönemlere ait, belki de tarihteki ilk tarım ve maden işlemeciliğinin yapıldığına dair arkeololik bulgular vardır. Kuzeydoğu Thailand’da M.Ö 4000 yıllarında pirinç tarımı yapıldığı ve tunç çağı uygarlıklarından birine ev sahipliği yaptığı bilinmektedir.
Çin ve kuzey Vietnamdaki “Thai-Kadai” toplulukları, 8-10 yy’da küçük gruplar halinde Mekong vadisine geldiler. Burada Tibet-Burma ve Mon-Khmer toplumlarıyla kaynaştılar. Hangi kültürün daha baskın geldiğine ilişkin yazılı kaynaklar olmasa da, dil ve sanatta Khmerlerin daha dominant olduğu söylenebilir. Kamboçyadaki Angkor tapınağı duvar resimlerinde de bir grup Thai'ların Khmer ordusunda paralı asker olarak savaştığı resmedilmiş.
Khmerler, muhtemelen koyu tenlerinden dolayı Thai'lara Sanskritçe "altın" veya "esmer" anlamına gelen "Shyama" veya "Syam" demişler. Myanmar ve kuzeydoğu Thailand'da telafuz nedeniyle Syam, Shan olmuş (halen Kuzey Myanmarda nufusun %10’unu oluşturan Shan kabilesi yaşıyor). 1259 yıllarında kuzay Thailand da kral Mengrai’nin kurduğu Lan Na (milyon pirinç tarlası) imparatorluğunun devamı olan “Siam imparatorluğu”nun isim babası da Khmerler.Thai tarihinin yükselişi, 13 yy’da kurulan Sukhothai (yükselen mutluluk)’nin hükümdarı olan Ramkhamheang ile başlar. Thai alfabesinin onun döneminde oluştuğu sanılmaktadır.
YOL NOTLARI : Aslında kararı bir yıl öncesinden, geçen sene Bangkok’ta bulunduğum sırada almıştım. Buraya yeniden gelecek, bir motosiklet kiralayıp kuzeyi dolaşacaktım. Çünkü bu coğrafya en iyi, motosikletle gezilirdi. Sabırla beklenen bir yıldan sonra uçak Bangkok üzerine geldiğinde bunu nasıl yapacağım hakkında kafamda hala bir plan yok. Yani; nereden başlayacağım, nasıl gideceğim, kiralık motosiklet bulabilecekmiyim, bu konuda hazırlıksızdım.
Gümrük ve pasaport işlemlerinden sonra beni yavaşlatan ve sıcakta daha da ağırlaşan çantalardan kurtulmak için emanete verip havaalanı karşısındaki tren istasyonundan beni 18.30 da Chiang Mai’a götürecek yataklı vagonun son biletini aldım.Trenin kalkışına üç saatden fazla zaman var ve bu süre bir harita satın alıp seyahatin rotasını saptamak için yeterli bir zaman.
Oniki saatlik tren yolculuğunda deliksiz bir uyku çekerek tüm yorgunluğumu attım. Chiang Mai’da iner inmez çantaları yine emanete bırakarak, internette bulduğum kiralık motosiklet dükkanlarını aramaya başladım. Beşinci dükkanda aradığım gibi bir motosiklet buldum, bir Yamaha TDM 850. İstasyondan çantaları alıp otele yerleştikten sonra o gün öğleden sonrasını Chiang Mai’ı gezmeye ayırdım.
12. yy’da kral Mengrai, kuzeyde Lannathai (bir milyon pirinç tarlası ülkesi) adı altında bir ülke kurup önce Chiang Rai’ı başkent yapmış, daha sonra kral başkenti Chiang Mai’a taşımış. İki milyon nüfusuyla Chiang Mai, Bangkok’tan sonra Thailand’ın ikinci büyük şehri. Kral Mengrai , kafasına yıldırım düşmesi sonucu ölmüş, ondan sonraki kral Kamphoo’nun hükümranlığı ise bir timsah tarafından parçalanıp yutulana kadar sürmüş, sonraki kralların da hayatları şaşırtıcı şekilde sonlanmış. Hatta şimdiki kralın kardeşi yatağında oturup tabancasını temizlerken yanlışlıkla kendini vurmuş.
Otelde sıkı bir kahvaltıdan sonra saat sekizde marşa basıp kuzeyin yolunu tuttum. Patong ve Chom Tong üzerinden kuzey Thailand’daki yüzlerce şelaleden en büyüğü ve en bilinen (Manavgattan az biraz hallice) Mae Klang ve Wachirathan şelalelerini gezip, Thailandın en yüksek noktası olan 2565 m. yüksekliğindeki Doi İntanon dağına çıktım. Soğuk sezonda, kuzeyin en yüksek noktasında sis ve yağmura karşın ısı yirmiiki derece. Yıl içerisinde burada olabilecek en soğuk hava bu olsa gerek, polar kazakları kullanmayacağım için ilk fırsatta çantanın en dibine yerleştirdim. Doi İntanon’a gelenler zirvede bulunan ve şimdiki kral ve kraliçenin atmışıncı doğumgünü anısına yapılan iki Pagoda’yı (ters çevrilmiş çan'a benzeyen yapılar) ziyaret etmenin yanısıra manzarayı seyretmek için de geliyorlar ama bugün sis yüzünden manzarayı görmek mümkün değil. Ülke zaten poker masası gibi yeşil çuhayla kaplanmış, yeşil dışında görecek bir şey yok diyerek kendimi avutup inişe geçiyorum.
Yollar dar ve keskin virajlı olmasına rağmen çok bakımlı ve trafik yok denece kadar az, sanki motosiklete özel olarak yapılmış, harika parkurlar. Burma sınırına yakın Khun Yuam’dan sonra yolun her iki kenarında kilometrelerce uzayıp giden sarı kış çiçekleri yeşil ile çok güzel bir ton oluşturuyor.
Oniki saat ve 360 km, Sonra Mae Hong Son’a ulaşıyorum. 1960 yılında yolu yapılana kadar Mae Hong Son küçük izole bir şehirmiş, 6.000 nüfusuna rağmen havaalanı bile var. Otel sahibinin gülümsemesine karşılık ben yine de klimalı bir bungalow istiyorum. Soğuk sezon olabilir ama bana göre hala çok sıcak.
Sabah saat dörtte gürültüye uyanıyorum, sesler yandaki komşularımdan geliyor, nasıl olsa susacaklar diye bekledim ama yarım saat sonra hala kesilmeyince hışımla dışarıya çıktım. Karşımda, bir elinde fincan diğerinde çay termosu olan ve olanca şirinliği ile gülümseyen birini görünce hiç bir şey diyemedim. Beraber sabahın koründe veranda da oturup ikram ettiği çayı içerek lafladık. Dağlarda yol kenarında açan sarı kış çiçeklerini görmek için Bangkok’tan gelmişler.
Mae Hong Son’un her yeri görülmeye değer, bu kadar erken kalkmışken güne erken başlayıp Burma sınırında Nai Soi köyü yakınlarındaki “Long Neck Village”e gidiyorum. Uzun boyunlu kadınlar, Burmadaki askeri darbeden kaçan Karen kabilesinden. Karenler cuntaya karşı bağımsızlık ve toprak için savaşıyorlar. Tüm Thailand’da cuntadan kaçan üçyüz bin Burmalı mülteci var. Sınırda sadece yüzatmış uzun boyunlu kadın yaşıyor ama Burmada altı binin üzerinde “uzun boyunlu” kadın varmış. Efsaneye göre Karenlerin ataları dişi bir ejderha ile rüzgar tanrısından (nasıl bir aşk’sa) geliyorlarmış. Karen kadınlarının boyun uzatma geleneği ise ejderhanın görünüşünün yansımasıymış. Ama turistleri buraya çekmeye daha çok yarıyor. Uzun boyunlu Karen köyünün hemen yanında “Big Ear Karen”ler var.
Kuzey Thailand da iki renk var, gri asfalt ve yeşil orman. Orman o kadar sık ki, adeta saç gibi, çoğu yerde içine girmek imkansız.Sık orman nedeniyle alternatif yollar deneme şansı pek yok, Mae Taeng’e ulaşmak için tek yol olan Sappong ve Pa Pae üzerinden yola koyuluyorum. Çok sık benzin istasyonunun olmadığı ıssız yollarda nihayet korktuğum başıma geldi. Benzin bitti. Rezervdeki benzinle en fazla kırk km. gidebilirim, bir kaç km. Sonra kontrol noktasındaki askerlerden en yakın benzinliğin kırkbeş km. ileride olduğunu ama 7-8 km. gerideki markette benzin bulabileceğimi söylemeleri üzerine tekrar geri dönüp marketten iki şişe benzin aldım, ehh inişlerde boşa atarsam bu iki şişe beni benzinliğe kadar götürür.Buralarda aç ve mahsur kalmak mümkün değil, her otuz km.de yiyecek, elli km.de benzin ve seksen km.de otel var. Hava karardığında Mae Taeng’e ulaştım, buranın tek oteli de, tüm seyahatim boyunca kaldığım tek kötü oteldi.
Sabah uyanır uyanmaz Thailand,Burma ve Laos sınırlarının keşiştiği “Golden Triangle”a ulaşmak için yola koyuldum, Altın Üçgen’e kadar enteresan yerler olmadığı için hızlı hareket etmiş olacağım ve üçgene erken varacağım için yolu uzatıp Mae Salong’a gazlıyorum. İdeal bir motosiklet yolu, dar, virajlı, eğimli ve muhteşem manzarası ile bu gezideki en favori etabım oluyor. Mae Salong, Mao Tse Tung’a karşı, karşı devrimci cepheyi oluşturan Chiang Kai-shek’in kurduğu milliyetçi Kuomintang saflarındaki Çinlilerin, Mao’nun devriminden sonra 1949 da kaçıp yerleştikleri yer. Chiang Kai-shek’in de Taiwan’a kaçmasından sonra, Mae Salong’daki çinliler, Çin’e dönmeyip dağ köylerinde afyon yetiştirmeye başlamışlar. Mimarisi ve mutfağı ile sanki bir çin şehri. Kasaba girişindeki çayhanede, mola verip değişik Çin çaylarını, meyve şekerlemelerini, tırtıl kızartmasını ve içinde kocaman kırkayak, akrep gibi haşeratların bulunduğu, mısırdan yapılmış viskiyi deneme fırsatım oldu, daha fazla da mide fesatına uğramamak için ikram edilen larva kızartmasını reddederek kaçtım, ehh bir gün içinde bu kadar ilk yeter.
Yılın son ay’ında Thailand’daki bütün şehir ve kasabalar geceleri ışıl ışıl, beş aralıkta doğan krallarına görkemli bir doğum günü hazırlığı içindeler. Kral Bhumibol, ziraat ve hukuk mezunu, İngilizce, Almanca, Fransızca biliyor, çok iyi saksafon çalıyor, ülkedeki en sevilen şarkıların kompozitörü, iyi bir ressam, iyi bir fotoğrafçı ve güneydoğu asya oyunlarında yatçılıkta altın madalyası var. Yani on parmağında on marifet. Bu yüzden Thai’lar krallarını çok seviyor,
Akşam üzeri, Thailand, Burma ve Laos’un kesiştiği, bir zamanların afyon cenneti “Golden Triangle”dayım, hepsinin de ortasında meşhur Mekong nehri. Geceyi Chiang Saen’de güzel bir otelde geçirip, sabahleyin günler sonra nihayet peynir ve reçel ile gerçek bir kahvaltı yapıyorum.
Sabah, bir süre Mekong nehri boyunca yol aldıktan sonra akşam üzeri Chiang Rai’e vardım. Thailand’da büyük küçük tüm şehirlerde olduğu gibi burada da bir “Night Market” var, burada Thai mutfağından enfes yemekler tadılabilir. Chiang Rai, kuzeyi gezmek için ideal bir üs. Buradan, kabilelerin yaşadığı dağ köylerine kolayca ulaşılabilir. Hükümet buradaki köylülerin afyon yerine mısır, lychee, lahana yetiştirmesi konusunda teşvik ediyor. Bunun karşılığında o köylere yol, okul ve turist kazandırıyor.
Chiang Mai’a dönüş yolunu biraz uzatıp, son olarak Lamphun şehrine geçiyorum. Efsaneye göre Thailand’daki en güzel kızların Lamphun’dan çıkmış olduğu söylense de bu sıradan şehirdeki bölgenin en büyük tapınağı olan Wat Phrathat Haripunchai’yi görmemek olmazdı.
Rüya gibi geçen bir hafta; muhteşem doğa, temiz hava, harika yemekler, egzotik kültür, güleryüzlü, saygılı insanlar; kısaca, bir tatilden, beklediğiniz her şey.
Las Vegas Condos |